Sebeplerin Arkasındaki Hakikatler
Modül Temel Bilgileri
Modül (Alt Konu)
Amaçlar
Yöntem ve Teknik-Etkinlik
Materyal ve Teknoloji
İşleniş/Öğrenme-Öğretme Süreci
- Etkinlik-1
- Sebepler bize gelen nimetlerin sahibinin Allah olduğunu nasıl açıklarız? Sorusu yöneltilir.
- Öğrencilere cevabı metin üzerinden bulmaları için 5 dakika süre verilir.
- Daha sonra öğrenciler 2’şerli gruplandırılır.
- Soruyu aralarında tartışmaları için 2 dakika verilir.
- 2’li gruplardan 4’lü gruplar oluşturulur.
- Öğrencilere kendi aralarında Sebepler bize gelen nimetlerin sahibi olabilir mi? sorusunu tartışmaları için 2 dakika verilir. 4’lü gruplardan 8’li gruplar oluşturulur.
- Öğrencilere kendi aralarında Sebepler bize gelen nimetlerin sahibi olabilir mi? Sorusunu tartışmaları için 2 dakika verilir.
- Öğrencilerin aralarından bir sözcü seçmeleri sağlanır. Sözcüler konuyu tüm sınıfın huzurunda özetler.
Ölçme ve Değerlendirme
İlişkili Metinler
﷽
Dördüncü Mesele: Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak gerektir.
Eğer o sebep ihtiyâr sahibi değilse, meselâ hayvan ve ağaç gibi, doğrudan doğruya o nimeti Cenab-ı Hak hesabına verir. Madem o, lisan-ı hâl ile “Bismillâh” der, sana verir; sen de Allah hesabına olarak “Bismillâh” de, al.
Eğer o sebep ihtiyâr sahibi ise, o “Bismillâh” demeli, sonra ondan al, yoksa alma. Çünkü [1]وَلَا تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ ayetinin, mana-yı sarihinden başka, bir mana-yı işarîsi şudur ki:
“Mün’im-i Hakikî’yi hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz” demektir.
O halde, hem veren “Bismillâh” demeli, hem alan “Bismillâh” demeli. Eğer o “Bismillâh” demiyor, fakat sen de almaya muhtaç isen, sen “Bismillâh” de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani, nimetten in’ama bak, in’amdan Mün’im-i Hakikî’yi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya, istersen dua et. Çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.
Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır –ki, iktiran tabir edilir– birbirine illet zannetmeleridir.
Hem bir şeyin ademi, bir nimetin ma’dum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddematına ve şerâitine terettüb eder. Halbuki o nimetin ademi bir tek şartın ademiyle oluyor.
Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbaniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlatanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil.
Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor; fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti, o nimete mukarin olmuş, fakat illet olmamış. İllet, rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi, o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz, ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.
Meselâ, Risale-i Nur’un şakirdleri içinde Cenab-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar –Hüsrev, Re’fet gibi– iktiranı illetle iltibas etmişler. Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki Cenab-ı Hak, onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nimet-i istifade ile Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.
Onlar derler ki: “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifadesi istifademize illettir.”
Ben de derim: “Ey kardeşlerim! Cenab-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktiranı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirdlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: ‘Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir bîçare nasıl hizmet edecekti?’ Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakıyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş, birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.”
Bu Dördüncü Mesele’de gafletin ne kadar dereceleri bulunduğu anlaşılır.
(Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2022, s. 190)
***
Nokta
Arkadaş!
Esbab ve vesaiti insan kucağına alıp yapışırsa, zillet ve hakarete sebep olur.
Meselâ, kelp bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı hasene ile muttasıftır ve o sıfatlar ile iştihar etmiştir. Hatta sadâkat ve vefadarlığı darb-ı mesel olmuştur. Bu güzel ahlâkına binaen, insanlar arasında kendisine mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmaya lâyık iken, maalesef, insanlar arasında mübarekiyet değil, necisü’l-ayn addedilmiştir. Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler. Bunun esbabı ise:
Kelpte hırs marazı fazla olduğundan, esbab-ı zâhiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki, Mün’im-i Hakikî’den bütün bütün gafletine sebep olur. Binaenaleyh, vasıtayı müessir bilerek, Müessir-i Hakikî’den yaptığı gaflete ceza olarak, necis hükmünü almıştır ki, tâhir olsun. Çünkü hükümler, hadler günahları affeder. Ve beyne’n-nâs tahkir darbesini gaflete kefaret olarak yemiştir.
Öteki hayvanlar ise vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar.
Meselâ, kedi seni sever, tazarru eder; senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra, öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muarefe yokmuş. Ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur; ancak Mün’im-i Hakikî’ye şükran hisleri vardır. Çünkü fıtratları Sânii bilir ve lisan-ı hâlleriyle ibadetini yaparlar; şuur olsun, olmasın.
Evet, kedinin mırmırları, “Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm!”dir.
(Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2022, s. 84-85)
[1] Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanın etini yemeyin. (En’am Suresi: 121.)
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ