Günah ve Sonuçları
Modül Temel Bilgileri
Modül (Alt Konu)
Amaçlar
Yöntem ve Teknik-Etkinlik
Materyal ve Teknoloji
İşleniş/Öğrenme-Öğretme Süreci
- Etkinlik-1
- İlgili metin her katılımcı tarafından “Günahlar insanı imansızlığa götürür mü?, Götürürse nasıl?” sorusuna cevap vermek için 5 dakika içinde incelenir ve notlar alınır.
- Her adımda yapılan tartışma sonucu bir iki cümle ile kaydedilir.
- Katılımcılar aldıkları notları 2’şerli gruplar halinde tartışır. Soruyu aralarında tartışmaları için 2 dakika verilir.
- 2’li gruplardan 4’lü gruplar oluşturulur. Öğrencilere kendi aralarında konuyu tartışmaları için 3 dakika verilir.
- 4’lü gruplardan 8’li gruplar oluşturulur. Öğrencilere kendi aralarında konuyu tartışmaları için 4 dakika verilir.
- Öğrencilerin aralarından bir sözcü seçmeleri sağlanır.
- Sözcüler konuyu tüm sınıfın huzurunda özetler.
Ölçme ve Değerlendirme
İlişkili Metinler
Birinci Nükte
Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyub’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar.
Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münâcât-ı Eyyubiyeye, o Hazret’ten bin defa daha ziyade muhtacız.
Bahusus, nasıl ki o Hazret’in yaralarından neş’et eden kurtlar kalp ve lisanına ilişmişler. Öyle de, bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hâsıl olan vesveseler, şüpheler –neuzü billâh– mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip, zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar.
Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.
Meselâ utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılâından çok hicab ettiği zaman, melâike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.
Hem meselâ Cehennem azabını intâc eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emare ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor.
Hem meselâ farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir amirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: “Keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi!” Ve bu arzudan, bir manevî adavet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki, inkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder.
Ve hakeza, bu üç misale kıyas edilsin ki, [1]بَلْ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ sırrı anlaşılsın.
(Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2022, s. 21)
***
Ben, o Eskişehir Hapishanesi’ndeki müşahede ile meşgul iken sefahet ve dalâleti tervîc eden bir şahs-ı manevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:
“Biz hayatın her bir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.”
Ben de cevaben dedim:
“Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve sefahete atılıyorsun, kat’iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle, bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve mâdumdur ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalâlet yoluyla senin başına ve varsa ve ölmemiş ise kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça pek kısa bir zamandaki cüz’î lezzetini imha ettiği gibi; gelecek istikbal zamanı dahi, itikadsızlığın cihetiyle yine mâdum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır. Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hâzıra uğrayan bîçarelerin başları ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemâdiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elim endişeler yağdırıyor. Senin sefihâne cüz’î lezzetini zîr ü zeber eder.
Eğer dalâleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkikî ve istikamet dairesine girsen, iman nuruyla göreceksin ki: O geçmiş zaman-ı mazi mâdum ve her şeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcut ve istikbale inkılâb eden nurânî bir âlem ve bâkî ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle, değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennet’in bir nevi manevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi; gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki iman gözüyle görünür ki, saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahman-ı Rahîm-i Zülcelâli ve’l-İkram’ın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya sevkiyat var, diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâkî âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve iman ile olabilir.
(Asâ-yı Mûsa, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2022, s. 27)
[1] Kalplerini karartmıştır. (Mutaffifîn Suresi: 14.) Ayetin tamamının meali ise şöyledir: “Doğrusu onların kazandıkları günahlar, birike birike kalplerini kaplayıp karartmıştır.”